10 Kasım 2024 Pazar

Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var?



Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var? 


Ben sorarım kendime, siz sorar mısınız? 


Hiçbir şeyi ben başlatmamıştım. Yani bu dünyadaki hiçbir şeyi ben başlatmamıştım.

Muhteşem bir acı devraldım. Muhteşem toplumsal acı. Muhteşem kişisel acı. 


Hiçbir ateşi ben yakmadım. En azından bildiğim kadarıyla ben yakmadım. 

Benden çok önceden yakılmıştı. Geç içinden geçebilirsen. 


Aylara, yıllara yayılan acıların ve yasların içinde dikkat vererek, neşeyi yaşamayı öğrendim. 

Muhteşem bir kişisel görüş. 


Hiç kimse beni artık ikna edemez bir başka şeye: hepimiz yaralıyız. 

Tek farkımız acımızla ne yapıyoruz? 


Ben acımla sessizlik içinde oturmayı öğrendim. Acımı dinlemeyi, ona sahip çıkmayı. 

İnsanın kendisine yapabileceği en şefkatli şey: acı duyduğu şeyi sahiplenmesi, ona sarılması ve onu sarmalaması. Bunu kendimizden başka kimse yapamaz. 

Ve sonra güneş altına oturup güneşin beni ısıtmasını deneyimledim.

Hayatımın en onarıcı anlarından: acımı  sarmalamam ve sonra güneşin sıcaklığıyla beni sarmalaması. Bu anları hiç unutmam. 

Koşulsuz ve devamlı sarmalamak. Bunu hiç kimse yapmayacak, yapamayacak, yapamaz. Koşulsuz sarmalayan insanlar ve hayvanlar muhteşem, onlar var. Ve bizler ölümlüyüz. Onları bir gün toprağın altına bıraktığınızda başka bir şey olacak. İsterseniz siz de güneşin sıcaklığının sizi sarmalamasına izin verebilirsiniz. 


Koşulsuz ve devamlı olarak büyük babaannem sevmişti, beni. Çok yaşlıydı ve hiçbir kimse ile çıkar, pazarlık, öyle yaparsam böyle olurculuk hesaplarına girmezdi. En iyi bildiği şeyler sessizlik, uyuyakalmak, tesbih çekmek ve ihtiyacı olanı Allah'tan dilekmekti. Kiloluydu ve bağdaş kurarak otururdu. Buda’nın ilk heykelini gördüğümde büyük babaannem aklıma gelmişti. Onun sayesinde başka türlü sevilebileceğini öğrenmişim, bunu çoook sonra anladım. Ve bir gün o öldü. Onu tanıdığım için ve çocukken içime yerleşen bazı şeylere neden olduğu için minnettarım. Ve onu özlüyorum. Tabi bir adı var, Fatma. 


Bir kere, rüyamda ölüler diyarında olduğumu anladığımda tanıdığım tüm ölmüşleri davet etmiştim. Büyükbabaannem oradaydı. Rüyaların bizi her şeyle buluşturabilecek güçte olmasını çok seviyorum. 


Bu dünyanın bu zamanında işimiz: bizi büyütenlerin yaralarının ve yaralarını dönüştürebilme cesaretlerinin ürünü olarak bizlerin, aktarımları fark etmek  ve onlara yanıt verme kapasitemizi oluşturmak. İçimizdeki o yeri, oluşu, hali bulmak. 


Charlie Mackeys’in kitabında yuva dediği yer yani. Şöyle diyor: bence herkes yuvasına dönmeye çalışıyor o kadar. Ve başka bir sayfada da ekliyor: sevgi insana yuvasını buldurur. Büyük babaanneme sevgiler.


Tasavvuf, özden; beyin gelişimi, doğduk ve artık hayatta kalabiliyoruz beynimizin öte tarafını kullanıp kendimize öğretebileceğimizden, bilinçli değişimden; psikoloji, sevilmek ve kabul edilmek ihtiyacımızın ötesinde -çocukken sevilmek için kendimiz olmaktan vazgeçtik- kendimiz olabilmekten; astroloji, potansiyelini yaşamaya yönlendirirken içindeki tüm arketipleri kabul etmekten; jung, gölgeyi kabul etmekten; Hindu felsefesi, çakra adı verilen tekerlek anlamına gelen enerji merkezlerinin tıkanık olmamasından ve bu merkezlerden ilki olan kök çakranın açıklığı için olanı olduğu gibi kabul etmekten bahsediyor. Bence hepsi aynı.


Çakralar renklerle ilişkili olduğu için çok yakın hissediyorum. Deneyimlediğim şeyler çakraların varlığına ikna olmamı sağladı. Zordu, teslimiyetteyim, huzurluyum.  Jung’un merakı ve tutkusu bilim alanına yeni boyut kattığı için çok etkileniyorum. Jung’un mitolojiye ihtiyacımız var dediği cümleyi ve Estes’in öyküleri ortaya koymasını birlikte düşünüyorum, aklım ve kalbim şölen yapıyor. 


Tolstoy, insanın neyle yaşadığına verdiği cevap: sevgi. Victor E. Frankl’ın esir düşmesinin ardından bilime yaptığı katkı muhteşem bir acıyı dönüştürme. O da sevgiden bahsediyor. 

Estes, İskelet Kadının öyküsünde hayat/ölüm/hayat döngüsünde sevme cesaretimizin ya da buna cesaret edemeyişimizin oluşumuza nasıl etki ettiğinden bahsediyor. 


Hayat, sorduğum hiçbir soruyu yanıtsız bırakmadı. Bırakmayacak da biliyorum. Ve ben, sorduğum soruları unutmayacak ve hesabını soracak kadar inatçı biriydim. Artık, inatçılık yapmıyorum. Rilke’nin nasihati hep aklımda, ''soru''nun içinde yaşıyorum. Güneşin altında ısınıyor, lezzetli bir yemek yiyor ve sevdiklerimle buluşuyorum. 


Bu dünyada acı hep olacak. Biz acımızla napıyoruz’u yaşayacağız. 


Yuvasına gitmeye gayret eden,

sevgiyi kendisiyle-diğeri ile paylaşan yuvayı ve sevgiyi hatırlatacak.


Ateşin yakıcılığından sevgi ile geçilebilecek,

dünyanın acısı sevgi ile hafifleyecek. 


Ben sora sora ve yanıtları takip ede ede buraya geldim.

Buradan başka bir yol varsa orayı da yürürüm. 


Sevgiler. 










16 Eylül 2024 Pazartesi

Yürümek ve Yaşamak

 



Uzmanlaşmamızın, bilgi edinmemizin değer görmemizle eşleştiği şu zamanda; masa başına, iş başına, bazı yerlere çakıldık. Ve hepsinin bir karşılığı oldu yaşantılarımızda, zamanımızda. Kaybettiğimiz her şeyi değil ama bazı şeyleri geri çağırabiliriz. Bütünü hissetmeyi çağırabiliriz, yürüyerek. 

İki yılı aşkın bir süredir devamlı olarak yürüyorum. Daha önceleri bir zamanda da rutin, devamlı olarak yürüdüğüm bir dönem olmuştu. Ancak o zaman, şimdiki kadar anlam verebilecek ve sürdürebilecek düzeyde değilmişim. Yürüdükçe fark ettiğim ve keşfettiğim şeyler, beni şaşırttı ve hemen biraz bilgi edineyim diye kitaplara sarılacak oldum. Ve aynı hızda vazgeçtim. Elbette yürümenin çeşitli anlamları olabilir. Ben, kendimde ne bulacağım, bunu sadece deneyimimle görmek istemiştim. Yaşantımda sabırla denediğim ve beklediğim şeylerden biri oldu, yürümek. 

Uzun uzun düşünme fırsatı buldum yürümek üstüne. Yürürken ve yürümezken. Ama en önemlisi, çok çok çok bilginin varlığı içinde ve ömrümün hepsini okumaya yetmeyecek olduğunu bildiğim şu zamanda, kendi deneyimime bakmak en sevdiğim düşüncem oldu. Bu düşüncem aynı zamanda, insanı denemekten alı koyan zamana-sistemlere, kendi içimdeki bir yanımın diğer yanıma devrim niteliğindeki eylemiydi. 

Yoğurtçu Park'ı evimin yakınlardaki parklardan biri. Genellikle oraya doğru yapıyorum yürüyüşlerimi. Sanki apartmanın kapısı bu parka açılıyor. Genellikle bir şey dinlemiyorum, adım attığımı fark etmek, etrafımda olan bitene tanıklık etmek istiyorum. Zihnimin, bedenimin aynı hizada bulunduğu bir eylemin içinde olarak yürümek istiyorum. Yürüyüşlerim sırasında inanılmaz şeylere tanık oldum. Birini bekleyen kişinin beklediği kişi geldiğinde nasıl coşkuya dönüştüğüne, tasması açıkmış bir köpeğin çimlerin üstünde keyifle oynadığına, sarılmalara, gözyaşlarına, kuşların su çukurlarında yıkanmalarına, kedilerle kuşların oyunlarına, insanların kahkalarına, mevsimlerin geçişlerinin ağaçları nasıl dönüştürdüğüne, rüzgarda uçuşan yaprakların bırakmışlığına, şehrin kokusuna, kedilerin sırnaşıklığına, çocukların paytaklıklarına, gökyüzünün çeşitli mavilerine ve siyahlarına..

Bir süre yürüdükçe, bir hal geldi bana, pek kendimde alışkın olmadığım bir haldi bu. Ne oluyor acaba benim sistemde dedim, kendi kendime.. 

Pandemi döneminde, Yoğun Somatik Farkındalık ve Hareket eğitimi almıştım. Oradan bazı şeyler aklıma geldi. 'Bedenimizle yaşarız.' lafı beni çarpan laflardan biriydi. Yaşantımızdaki her şeyden bedenle geçiyoruz da, bedenimizden haberimiz var mı? Her şeyi kafasının içinde yaşayabileceğine inanmış-inandırılmış komik canlılarız. 

Bir yere varmak, yetişmek zorunda olmadan yürümenin verdiği hal... Bu ancak yaşanarak kendi öznelliğinde deneyimlenebilir. Duygular diyemiyorum, birkaç duygudan daha öte bir şey olduğunu deneyimliyorum. Yaşantılarımızda ve zamanımızda, yetişme çabası ve koşturma koşulları altındayken ve zihnimiz ile bedeniminizin aynı yerde olmasının önünde pek çok engel varken yürümeyi başkaldırı sayıyorum. 

Yürürken, zamanın ve doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum. Bu bütünü hissetmemi sağlıyor ve yaşantımın kısımlarından öte bütünlüğün içinde varlığımı sürdürdüğümü hatırlamamı sağlıyor. Kendimle ve etraf ile telaşesiz bağlantı kurmanın, bakmanın, keşfetmenin alanı oluyor yürümek. 

Bir adım bir adım bir adım ata ata ilerliyor insan yürürken. Böylece yer değişiyor, zaman değişiyor, insanın kendisinde bile değişenler olabiliyor. Yaşantımda belirsizlikler olduğunda ya da bazı gelişmelerin  nereye götüreceği bilinmezken, bir adım da atma cesaretini kendimde bulmamı sağlayanların içinde yürümek, pırıl pırıl bana göz kırpıyor. 

Hem adım attıkça ağırlık merkezimizi değiştirip duruyoruz. Salınma, sallanma, bırakmaya iyi gelir. Ne çok şey birikiyor üstümüzde gün içinde, gün be gün yürüye yürüye dökeriz, dönüştürürüz. Oturduğumuz yerde, sosyal medya sayesinde kısa süre içinde aldığımız onlarca farklı haberlerin duygularını salına salına kendimizden geçirebiliriz. Ağır duygulara sebep olan olaylar dönüyor üstümüzde ne zamandır. Hareket ederek, kendimize yardım edebiliriz. 

Bazen bir şeyi görevlendirmek ve isimlendirmek, yapmayı kolaylaştırıyor. Denemek isteyenlere bir pratik: 

Keri Smith, Nasıl Dünya Kaşifi Olunur- Taşınabilir Sanat Hayat Müzesi kitabında önerdiği bir pratik var: Amaçsızca Dolaşma. Yanına birkaç şey (kitap, meyve, para) al ve evden çık. Eğer sola dönmen gerektiğini düşünüyorsan, sağa dön diyor. İçinizden bir ses yürümeye, amaçsızca dolaşmaya 'saçma', 'ne gerek var', 'amaan' yorumunu yaparsa, şu an bir görevim var diye ona yanıt verebilir başka bir yanınız. Alışkanlıklarımız inatçıdır ve ekleme-çıkarma yapmak bilinçli eylem gerektirir. Şakacı bir tavır da eğlenceli hale getirir. 

Amaçsızca Dolaşmak, eğlenceli bulduğum bir yürüme. İnsan, kendisiyle oyun oynama halini buluyor. 

Şuna yer vermezsem olmaz. Erling Kagge'cim hislerime tercüman olan bir şey demiş: 
'Ne kadar çok yürürsem bedenim, zihnim ve çevrem arasındaki ayrımı o kadar az hissediyorum. Dış dünya ve iç dünya birbirine bağlanıyor. Doğayı izleyen bir gözlemci olmuyorum artık, tüm bedenimle doğaya dahil oluyorum.'

Bedenimizi fark edersek, bedenimizle bağlantımızı beslersek ve yaşantımızın tümü için desteğe çağırırsak, bilgeliğini gösterecektir. Yürümek, çağırmalardan biridir. 

Sevgi ve yürüme ile, 



8 Eylül 2024 Pazar

Yazmak ve Yaşamak

 







2022 Mayıs ayında sabah sayfaları yazmaya başladım. Bugün, 29 aydır sabah sayfaları yazıyorum anlamına geliyor. 126 Hafta, 882 gün civarı yapıyor. Sayılar elbette güzel şeyler. Sayı olmayan şeylere geçmek istiyorum. 


Yazmak, içeridekinin dışarı aktarıldığı bir eylem. Zihnimizin içindeki çok boyutlu alanda birbirine geçmiş, ucu başı belli olan ve belli olmayan şeyleri, üç boyutlu bir alana dökmemizi sağlar. Zihnimizin içindekilerini ard arda kelimeler aracılığıyla dizeriz. Bunu elimiz, kolumuz aracılığıyla yaparız. Bu, zihinden çıkış hareketidir, ufak ufak salma halidir. Düdüklü tencereler bana, bu hali hatırlatıyor. Geçen gün teyzem, düdüklü tencerenin içindeki havayı ufak ufak salmıştı. Ve tencere patlamadı. Eğer, bu basıncı kontrol etmeyi bilmezsek patlar. Bu açıdan düdüklü tencereye benziyoruz. Kendimizde pek çok şey oluşuyor ve birbiri ardına ekleniyor. Çünkü yaşam her an ilerliyor. Hayallerimiz, planlarımız, neşemiz, korkularımız, tanık olduklarımız, yaptıklarımız, yapmadıklarımız, yapamadıklarımız, acılarımız, hayal kırıklıklarımız, umutlarımız, sevdiklerimiz, kayıplarımız, kahkahamız… Bunlar, her an üst üste eklenmeye devam ediyor. Bunlar içeride basınç oluşturuyor. Yazmak, bunları ufak ufak salmamıza yardım ediyor ve patlamadan, yumuşak bir şekilde devam edebilmemize olanak tanıyor. ‘Hayat ve ben’ arasındaki devinimde yazmak, bir araç haline geliyor. Yazmanın sağaltıcı etkisi. 


Bir başka açıdan ise, ‘ben ve ben’ arasındaki devinimde yazmak! Yazmak, kendimizle bağlantı kurmamıza olanak tanıyor. Neler hissediyorum, neler düşünüyorum, neler istiyorum, neyden şikayet ediyorum, neye ihtiyacım var, neyi varsayıyorum ve aslında ne oluyor, kimlerden söz ediyorum, hangi planları yapıyorum, neleri istemiyorum, kimleri (insan, hayvan..) seviyorum, nereleri seviyorum, hangi konuda zorlanıyorum, neleri komik buluyorum… Yazdığımızda bunları yazıyoruz aslında. Devamlı yazdığımızda kendimizin bir haritasını çıkarmış oluyoruz. Dolayısıyla yazarak ‘beni gören bir ben’ ortaya çıkartmış oluyoruz. Bu çok değerli. Özellikle iki açıdan çok değerli, birincisi kendimize kuş bakışı bakmamızı sağlıyor yani bütünümüzü görmemizi sağlıyor. İkincisi, bu kuş bakışı deneyim kendimize tarafsız ve yargısız bakabilme becerimizi geliştiriyor. Ki ben buna ‘insanın kendisi ile arkadaş olması’ adını veriyorum. Bunların ikisi de yani, kuş bakışı ve kendimizle arkadaşlık, çok değerli ve gerekli. Pek çok zorluk ve açığa çıkan öfke; insanın kendisinde bütüne bakamaması, kapılıp gitmesi ve kendisine uygun olmayan bir yerde kendisini bulmasından kaynaklanıyor. 


Kendimizle arkadaş olmamıza ihtiyacımız var,  çünkü bu haritaya hiç kimse kendimiz gibi tanıklık edemez-kişisel hafıza ve deneyimler-.  Hiç kimse, kendimizin içine sinenini tam olarak bulamaz. Dostluklar ve arkadaşlıklar, eğitmenler, kitaplar, eğitimler vs hepsi çok değerlidir. Yine de hangi lafı söyleyeceğimi, hangi hamleyi yapacağımı, neyi seçeceğimi ve neyden vazgeçeceğimi kendimiz için seçilebilecek bir ‘ben arkadaşlığı’na ihtiyacımız var. Az kişi, destek isteyen karşısındaki kişiye ‘neye ihtiyacın var da bu seçenekleri seçeceksin’ diye soruyor ve onun koşullarına göre destek oluyor. Kendi hayallerine, korkularına, planlarına, arzularına göre yönlendirmelerin (arkadaş, aile, öğretmen, eş-dost.. ) olduğu bir zamanın içindeyiz hala. Özellikle de, kendi merkezimizde kendimizi tutabilmemiz için önemli ben arkadaşlığı. Ve bir de, hayatın içindeki yakıcı veya uyuşturucu yaralar aldığımızda önemli kendimizle arkadaşlığımız. Birilerinden elbette destek alabiliriz: annemiz, babamız, arkadaşlarımız, terapist, kardeş, sevgili, eş, kitaplar… Hiç kimsey ulaşamadığımız bir saatte, yerde, mekanda, halde kendimizle kalmanız gerekir. Olur bu hepimize.  Kendimizle kalmakta nasılsak oradan öyle çıkarız. Gecenin bir yarısı yaşadığım kayıp için üzüntü duyarken, adaletsizlik canımı yakarken, hayatımda olmayan birini özlerken, canım sıkılırken… 


Kendimizle dostluğumuz, kendimize şefkatimizdir, kendimize özenimizdir. Kendimize özen göstererek, haritamıza eklemeler ve çıkarmalar yapabiliriz. Devamlı yazdığımızda eklemeler ve çıkarmalar için ihtiyaçlarımızı zaten fark edebiliriz. Devamlı yazarak, kaynaklarımızı fark edebiliriz. Kendimize sorular sorabiliriz, yanıtlar arayabiliriz. Zaman içinde yaşantımızdaki örüntüleri fark edebiliriz. İhtiyaçlarımız, değişimlerimiz için bilinçli eylemlerimizi seçebiliriz. 


Kendimize özgün deneyimi keşfetmek için düzenli olarak yazmamız gerekir. Peki, nasıl yazacağız? 


Her sabah -uyandıktan sonra ilk, öncelikli eylem olarak-, 3 sayfa, aklımızdan ne geçiyorsa onu. Kalem ile kağıda. 


Sabah sayfaları, Julia Cameron'un yazma pratiği olarak önerdiği yöntem. Sabah sayfaları yazarken, yazar olmak gibi bir derdimiz yok. Yazmayı kendimize araç ediniyoruz. 


Ve eklemek isterim, insan kendisine şefkati kadar bir başkasına şefkat, kendisine özeni kadar bir başkasına özen gösterebiliyor. Şefkatin ve özenin katmanları var. Bu katmanlarda dolaşmak, insan olmakta yaşanabilecek tarifi olmayan hisler içeriyor. 


Son olarak yaşantımızdakilerin basıncını patlamaya dönüştürmemek; şefkatle sağaltarak, içimizden geçirerek dönüştürmek kendimiz için yapabileceğimiz en harika şey. Ve bu aynı zamanda, bu dünya için yapabileceğimiz en harika şey. 


Sevgiyle ve özenle, 



29 Ağustos 2024 Perşembe

Hayat>Yaşantımız > İş Yaşantımız



İş yaşantımız öyle çok yer kaplıyor ki, iş yaşantımızdan da büyük bir yaşantımızın varlığını unuttuğumuz çok oluyor. 

Neler yapıyorsun sorusuna iş-uzmanlık üzerinden yanıt vermek, nasılsın sorusuna iş yaşantımızdaki motivasyonları-hayal kırıklıklarını anlatmak, sabah kalktığımızda iş düşünmek, gece yatarken iş düşünmek, sevgi alabileceğimiz -paylaşabileceğimiz bağlar yerine işle ilgili şeyleri tercih etmek (fazla mesai vb). Bunların dozu ve yoğunluğu nasılsa, sizin için hangisi daha ön plana çıkıyor, görebilirsiniz. 

İş yaşantımızı kötülemek gibi bir niyetim yok. Üretmek, paylaşmak, hizmet sağlamak, başkaları ile bağlantı kurmak kötü değildir. Ama bu süreçleri zorlayıcı ya da kolaylaştırıcı hale getiren şeyler var elbette: o iş ortamının nasıl olduğu (yönetimsel yaklaşım), oradaki insanların yaklaşımı (kültür olarak sürdürdükleri, bireysel olarak getirdikleri), bireyin süreci algılaması. Bunlar, tüm yorumları değiştirebilir. Esas olarak paylaşmak istediğim başka, oraya geçmek istiyorum. 

Haftanın ortalama 5 günü (kimilerimiz daha fazla), her günün en az 8 saati odağımızda olan konu: işimiz. Yaşantımızın bu kadar içindeyken oradan ötesi de olduğumuzu fark etmek pek kolay değil. Ama bazı durumlar var ki, bu akışı net bir şekilde kesip koparıyor. Bırak iş yaşantısının anlamını, insan kendi yaşantısının anlamını kaybediyor. 

5 günden ve günlük 8 saatten fazla çalıştığım zamanlarda, 'Bu işte bir terslik var ama neyi, nasıl değiştireyim?', 'Bu şekilde çalışma insanlık onurunu zedeleyici!' gibi laflarım arasında çalışıp gidiyordum. Bir sıkışmışlık içimde, ara ara büyüyor ara ara küçülüyor. Durumumu değiştiremiyordum ama kalamıyordum da, gitmek için bir yer de yoktu. Evi süpürürken, bulaşık yıkarken, arkadaşlarımla muhabbet ederken filan bu laflar geçiyordu..

5 günün ve 8 saatin içinde bir yerde, telefon geldi. Elbette bir şeyler yetiştiriyordum. Dedemi kaybettiğimizi öğrendim. Daaannn. Akış kesildi. Aklım var mı, kafam çalışıyor mu, gerçek ne, rüya mı... 

Benim yaşantımda alıştığım ve yıllardır sürdürdüğüm akış kesildi. Aylin Balboa çok güzel demiş: Her şeyi doğru planlarsak yollar bizi tam istediğimiz yere çıkarır sanıyoruz. Sonra hiç beklenmeyen bir anda bir olay küüt diye gelip hayatının ortasına tosluyor. Bütün planlar dağılıyor. Oluyor yani bunlar. Kimse kendini bir şey sanmasın. Bizden büyük hayat var Osman.

Çok güzel demiş, Aylin Balboa eli büyütüyor tabi. Yaşantımızın içinde iş yaşantımız var, bir yaşantımızdan da büyük, hayat var. Benden öte yaşantıların içine dahil olduğu, yaşantılarımızın birbirini etkilediği hayat.

Benim akış kesilince, önceden kendime sorup makul ve mantıklı yanıtlar verdiğimde rahatlayan yanıma bu makulluk fayda etmiyordu. Acı, çaresizlik, aklımın işe yaramaması içinde kalmıştım. Ölüm ne kadar da yaşanır şeydi, her şeyi kendime sayfa sayfa açıklıyordum ama içimdekileri geçiremiyordum. İnsan kendinde daha önce karşılaşmadığı bir yanıyla karşılaşınca vallahi feleği şaşıyor. Vay ben, bu kendimle, şimdi ne yapayım.. 

Cılız bir ses tonu ile ara ara kendime sorup bıraktığım bulaşık yıkarken, evi süpürken gelen sorular büyümüştü. 'Hayatın anlamı ne, yaşantımızın anlamı ne?' sorusuna dönüşmüştü.  Artık sanki yatak odamın kapısında sürekli dikiliyordu. Sorup bırakabileceğim bir mesafe kalmamıştı, burun burunaydık. 

İlkokuldayken okuduğum, Tolstoy'un 'İnsan neyle yaşar?' kitabı aklıma gelmişti, onu okudum. Sonra Victor E.  Frankl'in 'İnsan'ın Anlam Arayışı', Rebecca Solnit 'in 'Kaybolma Kılavuzu', Çetin Balanuye'nin 'Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?', Wolf Erlburch- Ördek, Ölüm ve Lale, Thich Nhat Hanh-Korku, Charlie Mackesy-Çocuk, Köstebek, Tilki ve At... Sayması mümkün değil küçük yazılar, Gabor Mate videoları, çeşitli podcastler filan fişman. Yazdım, yürüdüm, koştum, meditasyon yaptım ve başka bir sürü şeyler. Ve tabi bu sıralarda, hayattaki her şey kendi hızında ve yönünde dönüyordu. Ben hariç.  

Sorumun cevabının sevgi, şefkat, özen olduğunu buldum. Yaşantımızın amacı sevgiyi, şefkati, özeni yaşamak ve paylaşmak. Bir süre saçmalık gibi göründü. Çok basit gelmişti. Sonra saçmalık olmadığını kendime itiraf ettim, o kadar basite ihtiyacımız vardı ama onu yapamayan çoktuk. Sevgi, şefkat görmeyen hiçbir canlı yaşantıda kalamıyor ya da kaldığı hali pek de yaşamak sayılamıyor -sağlıksız, iyi değil-. Aylin Balboa'dan bir alıntı aklıma geliyor yine: 'Aşktan sevgiden geçtim. İnsanız, şefkate ihtiyacımız var Osman.'

Ertesi yıl başka bir aile büyüğümüzü kaybettiğimizde kendimin başka bir insana dönüşmüş olduğumu gördüm. Ertesi yıllarda başka kişisel ve toplumsal kayıplarda da gördüm kendimi.. 

Yıllarımı yayıldı. Yeni bir akış bulmuştum kendime: Hepimizin canlı ve diri olduğu günlerin hatrına yakışır yaşamak, sevgiyi ve özeni paylaşmak. Hayatın büyüklüğünü ve belirsizliğini kabul etmek, hayatın içindeki yaşantımı görmek, yaşantımın bir parçası olan iş yaşantımı fark etmek. Ve bunların büyüklüklerini, konumlarını birbirine karıştırmamak. 

Eğer ara ara evi süpürürken, bulaşık yıkarken doğan soruları ertelemeseydim, küçük sıkışmalarıma yanıtlar verebilseydim akışı başka bir zamanda belki çevirebilirdim. Bilemiyorum. Şimdi ise, bir daha hiç gitmeyeceğim bir yolu orada bıraktığıma eminim. Her şey ben ona yanıt verebildiğim kadar oldu işte. 

Tüm bunları, insanlığın bir parçası olduğu için yazdım. Hikayelerimizde ortalıklar var: sıkışmalarda, acıda, çaresizlikte, kayıpta, arayışta. Bu hikayeler birbirimize el veriyor, ben o elleri çok aradım, buldum da. Hikayelerde, geçmişte, bağlarda.. Arayan biri varsa el uzatmış olayım diye yazdım. Yoksa, ben zaten çok yandım, yanmak ne demek yaşadım geliyorum. 

Son olarak, bir çerçeve çizmek isterim. İş yaşantımız, bizim rollerimizden birini yaşatmamızı sağlar. Örneğin a uzmanı. Kişi, A uzmanı olmanın yanında yaşantısında başka rollere sahiptir. Örneğin abla, kardeş, anne, sevgili, B meraklısı, sporcu, baba, kediye bakım veren, teyze, kişinin kişisel tarihini de içinde barındıran tüm roller... Tüm bunlar, birbiri ile ilişki içindedir zaten. Birbirinden etkilenir. Son olarak hayat. Olduğumuz, olmadığımız, henüz olmadığımız tüm rolleri de içinde bulundurur. 

Kendimizin iş yaşantımızdan ibaret olmadığını hatırlayabiliriz. Yaşantımızdaki diğer kısımların hatırlarını görebiliriz. Yaşantımızdaki bazılarını bırakabiliriz. Hayattaki var olan tüm roller içinden bazılarını, bize pırıldayanları tutup kendimize çekebiliriz. 

Sevgi ve özenle,

8 Temmuz 2024 Pazartesi

Ben, Sen, Biz, Dünyamız ve Eylemlerimiz

Dönüştürücü Eylem atölyesi gerçekleştirdim gençlerle. Bir genç, ‘Eylemlerime hiç bu şekilde bakmamıştım’ dedi. Bu şekilde dediği ise, eylemlerimizin kendi hayatımız,  etrafımızdakilerin hayatını ve tüm dünyayı nasıl etkilediğiydi. 

Bugün ülkemizde ve dünyamızda sorunlar olarak tanımladığımız şeyler bugün başlamadığı gibi bugün de son bulmayacak. Yüz yıllardır, bin yıllardır yaşanan bir dünyadan bahsediyoruz. Bugün sorun olarak adlandırdığımız şeyleri, sürecin parçası olarak görebilirsek, şikayet ettikten (elbet buna da ihtiyacımız vardır) sonra içimiz acıya kesmeden (sadece acıyı ve sorunu görüp orada kalmak) irademizi kullanarak eylemlerimizi gözden geçirir ve eylemlerimizi yeniden düzenlersek şikayet ettiğimiz şeyin parçası olmayız. İlerleyen zamanda da birileri bizim yaşadığımız, içinden geçtiğimiz ve irademizi kullandığımız zaman için şikayet edecekler ve haklı da olacaklar. Bizim de haklı olduğumuz gibi. Ve haklı olmak sonucu değiştirmek için tek başına işe yaramıyor. 


Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kiminin burun kıvırdığı, kiminin durumu görerek değiştirmek için çalıştığı bir konu. Dilimizde, aile ve yakın ilişkiler ekseninde ettiğimiz ya da etmediğimiz laflar ve eylemler  2024 yılında 218 kadının erkek şiddeti tarafından öldürülmesine neden oldu. (https://anitsayac.com/ 8 Temmuz 2024) 3 Temmuz günü baktığımda ise 207’ydi sayı.


Bu konu yakından takip ettiğim bir konu, başka alanlarda örneklerini görebiliriz. Şu anda hayatlarımız, geçmiş ve gelecek, kendi başlarına bir nokta değiller. Birbirinin peşlerine eklenen noktalar halinde süreç oluşturuyorlar. Bu süreci görmemiz önemlidir. Bu süreçte irademizle ‘birlikte yaşam’ temeli üzerinden karar vermek ve eylemde bulunmak önemlidir. Kendimiz, zamanımız, ülkemiz ve dünyamız için gereklidir. 


Değişimin kolay olmadığını, sıkıcı bazen sinir bozucu olduğunu biliyorum. Bazen uyku ve uyanma saatlerimizi bir dengeye sokmak bile çok zorlayıcı oluyor. Alışılmış olanı bırakmak bir aşama, yeni bir alışkanlık edinmek başka bir aşama, biliyorum. Bununla birlikte deneyebiliriz. Deneyebilir, not edebilir, süreç takibi yapabiliriz. Hemen olmayabilir, olduğu kadar yapabiliriz. Proje yazmaktan ve dünyayı kurtarmayı hedeflemekten söz etmiyorum. Kitap okuyarak, soru sorarak, cevap arayarak,  ağaç dikerek, matara kullanarak, toplumsal cinsiyet kalıpları beklentilerimizi fark etmeye çalışarak, sanat aracılığıyla göstererek, hak temelli kampanyalara imza atarak ve daha pek çok.. Hepsinde en temelde, kendi eylemimizi görmek ve onu yeniden düzenlemekten söz ediyorum. 


Dünya, Türkiye hem çok güzel bir yerdir hem de çok acı vardır. Acı veren şeyleri dönüştürüp güzel olanı birlikte görebilmek ve yaşayabilmek mümkün! Bunu hep birlikte yapabiliriz. 


Son olarak, Astronom Carl Sagan cümlelerini paylaşacağım. ‘İşte orada. Orası evimiz, bizler oradayız. Sevdiğiniz herkes, tanıdığınız herkes, duyduğunuz herkes, gelmiş geçmiş tüm insanlık hayatlarını orada yaşadı. Bütün neşe ve kederlerimiz, kendinden emin binlerce din, ideoloji ve ekonomik doktrinler, bütün avcı ve toplayıcı, bütün kahramanlar ve korkaklar, bütün uygarlık kuran ve yıkanlar, bütün krallar ve köylüler, bütün aşık çiftler, bütün anne ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve gezginler, bütün ahlak öğretmenleri, bütün yozlaşmış politikacılar, bütün süperstarlar, bütün büyük liderler, türümüzün tarihindeki tüm azizler ve günahkarlar, burada gün ışığına asılı bu toz zerresi üzerinde yaşadılar. Dünya muazzam kozmik alanda, çok küçük bir sahnedir. Gökbilimin insanı mütevazi yaptığı ve karakter geliştirdiği söylenir. İnsan kibrinin ahmaklığını bu görüntüden başka daha iyi vurgulayan bir şey yoktur. Bana göre, bu görüntü birbirimize nezakatle yaklaşma ve bu soluk mavi noktayı koruma ve gözetme sorumluluğumuza vurgu yapar. Şimdiye tek bildiğimiz tek yuvayı’’


Dünya’nın, Ay’ın kenarı üzerinden doğuşu, Uzaydan Haberler (https://www.instagram.com/reel/C80-AnpPvVW/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==


Okudunuz, teşekkür ederim.  

Sevgi ve nezaketle..


-

Bu yazı, https://www.linkedin.com/in/duyguasik/ hesabında da paylaşılmıştır.

5 Mayıs 2024 Pazar

Hıdırellez, Ben, Anneannem

 



Ben pek ritüel bilmem, aklım da pek almaz. Biri hariç: Hıdırellez. 

Hıdırellezi anneannemden öğrendim. Kendisinin gençliğinde köyde nasıl kutlandığını anlatmasından öğrendim. Ateş yakarlar üstünden atlarlar; çocuklar, gençler, yaşlılar, bir arada olur; şenlik ve coşku yaşanır. Anneannem anlatırken ses tonunun değişmesinden tahmin edebildim. Heyecanlı, şenlikli, coşku dolu olduğunu ve şimdiki anlatışta bir özlem esintisini. Anneannemin gözlerinden ve sesinden çıkan şey ikna etmişti beni, hıdırellezin harika bir şey olduğuna. 


Biz, anneannemle o eskilerin izinde devam edebildik sadece. Anneannem, hıdırellez günü kendisine, bana, anneme, diğer torunlarına niyetle dilek dilerdi. Dileklerini kağıda yazardı.  Evin su yeşili mutfak penceresinin önündeki doyurucu kokuya sahip kırmızı ve pembe güllerin dallarına dilek yazılı kağıtları asardı. Ertesi gün arayıp hayırlı olsun, derdi. Ne dilerse dilesin sağlık, bereket, huzurla olsun, derdi. Bir dilekte bulunup onu zamana teslim etmekte anneannem çok iyiydi. Anneannemin duası, dileği, zamana teslim edişi kalbimi yumuşacık yapar, anneannemin hayalleri bana sıkı sıkı sarılırdı gelecekten. Oh. 


Yıllar yıllar böyle geçti. Anneannem ve rahmetli dedem yaş aldıkça köy koşulları onlar için zahmetli hale geldi, şehre taşındılar. Çoğunluğu şehirde, aralıklarla köyde yaşıyorlardı. Yıllar böyle de geçti. Önce ben uzaklaştım köyden, sonra anneannem uzaklaştı. Alıştıklarımızı unutuverdik, unuttuğumuzun farkında olmadan. 


Birkaç yıl önce, Mayıs ayı başında bir gün, önce anneannemi sonra annemi aradım. E hani hıdırellez diye bir şey vardı, dedim. İkisi de köyde değildi, burada gül ağacı bile yok, dediler. Seslerindeki biraz hüzün biraz sitem mi... Anneannemin evinin ahşap merdivenlerinin ağlamaklı gibi duyulan gıcırtısı geldi kulağıma…


Nasıl yapılıyor anlat, ben yaparım, dedim anneanneme. Anlattı. Gidip gül ağacı aldım. 5 Mayıs günü önce anneannemi aradım, dileklerini dinledim, yazdım, çizdim, kırmızı iple bağladım, üstüne anneannemin adını yazdım. Sonra annemi aradım, dileklerini dinledim, yazdım, çizdim, kırmızı iple bağladım, üstüne annemin adını yazdım. Sonra da kendi dileklerimi dinledim kendimden, yazdım, çizdim, kırmızı iple bağladım, üstüne adımı yazdım. Üçümüzün dileklerini gülün dalına astım. Ertesi gün ikisini de arayıp hayırlı olsun dedim. Coşkusu kalbinde daim, ferahlığı yolunda işaret olsun. 


Yıllar önce ve yıllarca anneannem hayal kurmanın coşkusunu, zamana güvenmeyi bize böyle yaşatmıştı. Anneannemin, annemin, benim ve pek çok insanın aynı zaman diliminde kalbindeki coşkuyu dinlediği, huzurlu zamanların hayalini kurduğu, zamana güvendiği bir gün. Bana umut veriyor. Geleceğin bana, anneme, anneanneme ve başka insanlara sarılması. Oh.


Hayalini kurduğumuz zamanın, içimizdeki coşkuyu daim tutarak ve değişen şeyler olursa da hayallerimizin değişmesine izin vererek ilmek ilmek örerek içinden geçilecek bir yaşantıya dönüştüğünü biliyorum. 


Doğanın bereketi, baharda açan yaprakların coşkusu bizimle olsun.



23 Nisan 2024 Salı

çocukluk

 



çocukluğumun, ha şuramda durup durmasını yaşıyorum. biz göz kapaması,  bir koku, bir ses, bir oyun, bir boşluk ya da bir şey olmaksızın ona-çocukluğuma dokunduğumu biliyorum. çocukluğa zaman atlaması, bir göz kırpmada gerçekleşiveriyor. 

bugün, çocukken babamın kasetlerini dinlediğimizi hatırladım, çocukluğumdan bir parça. çocuk boyumla, boyum kadar poşetler dolusu kasetler. bugün, o kasetlerdeki sanatçılardan biri, emel sayın'ın 'unutamam seni' şarkısını hatırladım, çocukluğumu, çocuk olmayı hatırladığım bugün, bu şarkıyı da çocukluğum ve şimdi arasında örülmüş şeyler için dinledim: unutamam seni. 

sadece ben mi, değil. hepimiz çocukluğumuzu hatırlatırız. neşesi ile üzüntüsü ile kolay ve zor olan çok çok çocukluk anıları. anıların, nasıl bugünümüzü etkilediğini istersek keşfedebildiğimiz bir çağ, yetişkinlik çağımız. 

bayramların şenliği, tadı lafla oluşmuyor. herkesin çocuk olduğu, çocukluğumuzun hayatımızın her köşesine izlerini serptiği hayatımızda çocukluğu hafiflikle, yumuşaklıkla ve neşeyle döşeyebilmeliyiz. bu bir olasılık değil gereklilik. hayatımızı, hayat içinde olan bitenleri, eylemlerimizin kendimizi ve diğerlerini nasıl etkilediği bilerek bayram şenliği tadında çocuk deneyimlerinin oluşması için herkesin el vermesi gerekli hale geliyor. 

şimdiki yetişkinlerin kendisinde çocukluk izlerini görerek, kendilerine güç veren bir kaynağa, besleyici kaynağa dönüştürmesini dilerim. bir de, yetişkinlerin kendi deneyimlerinden yola çıkarak, henüz çocuk olanlar için bu zamanı bayram neşesi tadına dönüştürmek için bu zamanda olan biten üzerine düşünerek, sorgulayarak, doğrusu için eylemlerini göstererek çocukların ve çocukluğun özenle yanında olabilmeyi. 

çocuk yaşta çalıştırılan çocukların ölümü, aç uyuyan çocukların sayısı, eğitimine devam edemeyen çocuklar, şiddet gören çocuklar ve dahası.. bunların değişmesi için düşünmek, sorgulamak, eyleme geçmek gereklilik. 

hepimize düşünme, sorgulama, eyleme geçme cesareti.. 



nefes ve öteki şeyler

  geçiş dönemlerinde, eylemin büyük önemi var. sadece aklımızla değil, bedenimizle de bu geçiş dönemine girmemiz, kendimize hayatı kolaylaşt...