12 Eylül 2025 Cuma

nefes ve öteki şeyler

 


geçiş dönemlerinde, eylemin büyük önemi var. sadece aklımızla değil, bedenimizle de bu geçiş dönemine girmemiz, kendimize hayatı kolaylaştırmak demek. işte tam bu yeni fikrimle ve oluşumla birlikte, ‘kışa hazırlık’ için köye salça yapmaya gittim. daha önce hayatı bedenimle algılama halim böyle derin ve bağlantılı değildi.


sekiz kasa domates ve otuz kilo kırmızı  biber doğradık, kaynattık. sanırım yüz kadar kavanoz yıkadık ve iki kez de salça kaynattığımız kazanı, annemle. evet, ona kazan demek daha iyi. 


domates doğrarken büyük halam ve komşu yenge yardıma geldi. köyde hep böyle olur, biri bir hazırlık yaparsa ötekiler yardıma gelir. ben bunu doğduğumdan beri yaşıyorum. oysa geçen aylarda, salt beyoğlu’ndaki bir söyleşide köy yaşamında kadınların hasat ve tohum toplama için bilgeliklerini ve dayanışmasını süslü ve şaşıran kelimelerle açıklıyorlardı. arkadaşıma dönüp şöyle dedim: bunu yeni bulmuş gibi anlatmaları çok tuhaf. köydeki kadınlar, böyle yapar zaten. 


bazı şeyler şehirlerde yeni biliniyor, adı konuluyor. yıllardır olan süslenip allanıp pullanıyor..  domatesleri doğrarken bunları düşündüm bir de işte. sonra kırmızı biberlerde konuyu toparladım: bu yeni başlamadı ki..  bu köylünün aşağıda-değersiz görülmesi ile ilgili, okula başladığım yaşımdan beri bunun etkilerini görüyorum ama şimdi daha iyi anlıyorum.. içi su dolu, büyük turuncu leğenin içinde doğranmak üzere bekleyen kırmızı biberlere baktım, sonra büyük halama, sonra komşu yengeye. usul usul sakin sakin doğruyorlardı. köylülük, şehirlilik, bilgi, bilgelik, kavramlar, deneyimler olarak çevçelendirebileceğim kendimle hoş sohbetimi sakince ve gönül rahatlığıyla tamamladım. ve annem, ateşi yakmıştı. 





planladığımız gibi bir kışa hazırlık mı? hayır. 


on gün kadar önce, köydeki evin bahçesinde bir köpek ve dört yavrusu... kısa boylu, hareketli, neşeli diyebileceğim şu tiplerden. yavrular daha gözleri açılmamış, yavrudan da yavru. bir gün, anne köpek ve bir yavru ortadan kayboluyor -birinin alıp gittiğini düşünmüşler-. 3 yavru akşama kadar tek başına kalınca da bizimkiler, bakalım bu yavrulara demişler ve bebek köpek süt tozu, biberonla beslemeye başlamışlar. o kadar küçükler ki, serçe tırnağımın yarısı kadar burunları var. meme emmeyi bilmiyorlar ve bir avuca sığabiliyorlar. 


kışa hazırlık yaparken, onları besledik, sevdik ve birini kaybettik. veteriner yaşama ihtimallerinin azlığından bahsetmişti zaten. 


kışa hazırlanırken yaşam ve ölüm arasındaki çizgi, sürekli gözümün önündeydi işte. 


ertesi gün, birinin daha hareketleri yavaşlamaya ve vücut ısısı düşmeye başladı. veterinere yeniden götürdük. benzer şeyleri duyduk. eve geldikten sonra, avcuma, kendisi kadar su şişesine ılık su koydum. karnına masaj yaptım, epey süre, arada bir kasılılıyordu ve ses çıkarıyordu. kalp atışı çok yavaşlamıştı. sonra tüyleri hareket etmedi, kalbi durdu.. o sırada hem gözlerim doldu, hem midem bulandı.. ölüm bazen midemi çok bulandırıyor benim. incecik kaburgası vardı, kalp masajı yaptım, bekledim, bir daha yaptım.. bekledim. nefesi geri geldi. hayatımda ilk kez bir canlıya kalp masajı yapmıştım. kaburgası incecikti. 


oturduğum yere güneş vurdu. sırtıma geliyordu, epey sıcaklamıştım. yer değiştirdim. güneş, onun yüzüne gelsin istedim. burnuna, yüzüne, patilerine vurdu güneş. yüzünü kırıştırdı. öylece onu güneşte tuttum. ve ona hayatta olmayı anlatırken buldum kendimi: güneşte yatmak çok güzel, ısınırsın ve gevşersin. sokaklarda dolaşmak muhteşem ve bazen çok ilgi çekici şeyler oluyor, bazı şeylerin peşinden koşabilirsin ve koşmak da çok keyifli. bir ay sonra yine gelirim, seni yıkamak için ve burnuna da hindistan cevizi yağı sürerim. güzel kokuyor. seviliyorsun, seni sevdik, bu çok keyifli..  burası böyle bir yer, burada yaşanabilecek şeyler var ve güzel yemekler.. seversin.. oynarız birlikte.. burası dünya, gözlerin bile tam açılmamışken ne hissedebildin, yaşayabildin ki.. çok küçüksün ve çok güzelsin.. çaba gösterdiğine eminim. 


tüm siyah tüylerin arasında göğsünde beyaz bir tutam vardı. nefesinin derin, az, çok oluşunu oradaki tüylerin hareketinden daha iyi anlıyordum. iki saat boyunca nefesini izledim. nefesi gittiği an öylece bir bedendi. hareketsiz. tuhaf. gerçekten bu dünyada ‘sahip olmak’ halindeki en temel şey: nefes. bunun ne denli değerli olduğunu gördüm ve avuçlarımda tuttum. 


içinde nefes olmayan bir beden, beni, anlayamadığım bir yere götürüyor ve hala bazen midemi bulandırıyor. öte yandan, farkında olarak bakabildiğim zamanlarda  insanlar, hayvanlar, bitkiler ise içimdeki müthiş bir şeyi uyandırıyor. bunu en çok parkta geçirdiğim sürelerde deneyimliyorum, yürüyüşlerim sırasında. orada canlılığı görüyorum ve bu, içimde sevgi ve neşe oluşturuyor sanki. tarifini yapamıyorum. bunun kelimelerle aktarılacak bir şey olduğunu sanmam. 


avucumun içindeki bir tutam beyaz tüyleri izleyip durdum, yaşam ve ölüm gözümün önünde duruyordu. parktaki köpekler aklıma geldi, büyüyüp koşan köpekler..  önce nefes, sonra öteki şeyler. bu hepimiz için geçerli. 


kışa hazırım. önce nefes, sonra öteki şeyler. burası dünya, yaşanacak eğlenceli şeyler var. güneşte ısınmak güzel, lezzetli yemekler var. sevilmek güzel, sevmek güzel. kış için salçamız da var tabi. 








24 Şubat 2025 Pazartesi

Aldım Verdim Ben Seni Yendim


 

Aldım verdim  Ben seni yendim Gazeteye ilan vermeye geldim.


Diyerek adımlarımızı birbirinin ardına eklerdik, oyun oynardık. Eğlenirdik, sonra başka bir noktadan yeniden başlardık. Almak, vermek ve yenmek bir oyundu. Biz, bunu bilirdik.


Şimdi dünya, bu oyunun dehşet verici gerçekliği içinde sürüp gidiyor. Alıyorlar, veriyorlar, birbirlerini yeniyorlar ve oraya buraya ilan bile veriyorlar. 


Bazı insanlar hiç yetişkin olmamışlar, üstelik çocuğun sahip olacağı merhamete, sıcaklığa sahip değiller. Onlar ne, anlayamıyorum. 


Gölgelerini, egolarını kendi gerçeklikleri sanıp yaşadıklarını düşünüyorum. Ama onların ne olduğundan ziyade diğerlerimiz ne yapacağız? 


Bugün yine, kutsal işlerimden olan bulaşık yıkarken şöyle derken buldum kendimi: Gezi döneminde polise ‘Limon sat onurlu yaşa!’ dedi, bu toplumun bir kısmı. Şimdi, kendi işlerimizde çalışırken ve o iş yerlerinde insan onuruna yakışmayan şeyler dönerken ve iyileştirme adımları atılmazken ‘limon satıp onurlu yaşamak’ aklımıza geliyor mu? 


Gelmeli. 


Diğerine ol, yap, vazgeç, istifa et, sorumluluk al demek bunları yapmaktan çok kolay. 


Bir yandan adalet için bağırırken, öte yandan adalet için kılımızı kıpırdatmıyorsak ve rahatımızı korumak pahasına bir şey yapmıyorsak değişen hiçbir şey olmayacak. Çünkü dilimiz adaleti bağırırken eylemimiz hiçbir şeydir. Ama değişim eylem ister. 


Dışarıya dönüp herkes bağırıyor. Ben, çoğu zaman birbirini duymadan bağıran insanlar görüyorum. Çoğu zaman, ağzından çıkan ile eylemi arasında büyük farklar olan insanlar görüyorum. Eğer adaletin ötede olacağını düşünüyorsak yanılıyoruz. Adalet kendi hayatımızda başlıyor. Çünkü bunların hepsi birbiri ile bağlantı içinde. Almak, vermek, yenmek konusunu bir oyun olarak oynamalıyız. Almak, vermek, yenmek ötesinde insan olabileceğimizi anlayana kadar aynı döngüleri yaşamaya devam edeceğiz. 


Yenmek, başarmak, kazanmak arzusu ile yanıp tutuştukça hepimiz dön ha dön acıyı. 


Sen yenmek, başarmak, kazanmak arzundan kurtuldun mu? 


Bazı şeyler kazanmakta hiçbir sorun yok. Bazı şeyleri kazanmayı her şeyin üstünde tutmakta ciddi sorunlar var. 


Eğitim, bilgi, akıl, düşünce, uzmanlıklar, para bunlar değerli ve gerekli. Bunların hiçbiri, insanın var olmasından daha önemli değil.


9 Şubat 2025 Pazar

Romantik İlişkiler ve Yaşamak

Fotoğraf: Duygu Aşık, 2025 Kadıköy

Ben de çoğumuz gibi bir ilişkinin içine doğmuştum: annemin ve babamın romantik ilişkisi. Çoğumuz gibi, çünkü hepimiz bir anne ve bir baba modeli olan ilişkilere doğmuyoruz. Farklılıklarımız var. Bu farklılıkları hatırlamak ve söylemek, güzel ve değerli.  

Sevgililer günü hakkında kampanya, reklam ve ürünleri gördükçe kafamın ve kalbimin bağlantılı hattında yeni bir dizin oluşmaya başladı. 


Bana böyle olur. Bir uç görürüm tıpkı bir ipin uçu gibi. Ve sonra bulaşık yıkarken, yürürken, dişlerimi fırçalarken, öylesine dışarı bakarken, sabah uyanırken, kitap okurken, kapıya açarken, kedilerin mamasını koyarken, evi süpürürken gördüğüm ipin ucunu biraz biraz çekerim. Daha doğrusu: bu eylemlerim sırasında ipin uçunu biraz biraz çekmiş bulunduğumu fark ederim. Sonra bir dizin. Sonra bir yumak. İşte bana, sana, bize, size, hepimize! 


Bu zamana kadar kime, onu sevdiğimi söyledimse doğruyu söylüyordum. Kesinlikle, o gün onu seviyordum. O Duygu olarak, o günkü Duygu’nun sevebilme kapasitesi kadar. Yani o gün iç koşullarında (Duygu’nun kendisi ile olan ilişkisi ve yorumlama becerisi) ve o gün dış koşullarında (Duygu’nun ötesinde ola gelen her şey).


Bugün birini romantik olarak sevecek olsam (karar vermekten söz etmiyorum, sevmiş bulsam kendimi) nasıl olur, bir kısmına dair benim de fikrim yok. Ve bu, müthiş şekilde mutlu ediyor beni. Çünkü bir başkasını severek ve sevmenin davranışları içinde ben, kendimi bulacağım. Kendimin bilmediğim taraflarına, o sevdiğim kişi sayesinde yaklaşacağım. Ve sevdiğim kişi de aynı şeyi yaşayacak. Ben ve o, kendimizden kendimize bilinmeyeni keşfederken birbirimize destek olacağız. 


Sevmek, kendimizden kendimize olan yolu açacak. Sevmek, birlikte bu yolu yürümek olacak. Fark edelim ya da fark etmeyelim böyle olacak. Adı kelimelerle aktarılamaz ve göğsümüzde oluşan hafiflikler ve ağırlıklar olacak. Göğsümüzde kuşlar uçucak, göğsümüzde şelaleler akacak. Göğsümüz göz gözü görmeyecek karanlıkla dolacak, bir sis çökecek hiçbir şey anlaşılmayacak. Adı kelimelerle aktarılamaz duygular gelecek…


Sevdim dediğim herkesle yollarımızı bir biçimde ayırdık. Kendime, yaşadıklarıma, hayata sorduğum sorular değiştikçe aldığım yanıtlar da değişti. Ve ben yaşantımın bir yerlerinde, bu soru değişikliğini romantik ilişkilerimde de yapmış bulundum. Sonra kendimde işler çok değişti. Şimdi, fark ettiğim şey o ilişkilerin ardından kendime dair öğrendiğim şeyler olduğu. 


Ayrılığın ardından, ayrılığın bayraklı duyguları sayabileceğimiz özlem ve hayal kırıklığı ile birlikte kendime bir şeyler sordum ve yanıt aradım. Bu sürelerde kendime iyi bakmaya devam etmeye çalıştım. Ve kendime, sevmeye, insan olmaya dair çok şeyler (benim hayatımda bana) öğrendim. Adı kelimelerle aktarılamaz ve göğsümüzde oluşan tüm hafifliklerin ve tüm ağırlıkların parçası olan insanlara teşekkür de ettim. Onların yaşantımın parçası olmasının üstüne sorularımı, merakımı, yanıtlarımı ekleyerek kendi insanlığımda bir yerden başka bir yere taşındım. 


Sevdim sanmak ve sevdim sanmanın ardına eklenebilecek ezbere, bizden beklendiği için gerçekleştirdiğimiz evlilik bize bunları deneyimletmiyor. Ben, her şeyden önce bir romantik ilişkinin içine doğup yıllarca ondan etkilendim. Çoğumuz gibi. Ve dünyadaki ilk ve tek romantik ilişki benim için oydu. Bir tek, önce ona tanık oldum. Çoğumuz gibi. Ve neye tanık olduğumu bilmeyecek, hatırlamayacak, anlamayacak yaşlar…


Fotoğraf: Duygu Aşık, 2025 Kadıköy 


Sonra sonra ben sevdikçe, içimde sevginin nasıl bir şey olduğunu aradıkça ve bulabildikçe, içimdeki sevgiyi davranışlarımla sevdiğim kişiyle buluşturdukça… İnsan olmakta, Duygu olmakta, sevmekte yeni yollar keşfettim. 


Romantik ilişkilerde durumumuz ve konumumuz ne olursa olsun ‘sevgi sandığımız şey’in ötesine geçip sevgiyi kendimizde aradıkça ve bulabildikçe durumumuzun ve konumumuzun içinde başka bir var olma hali deneyimlemeye başlayabiliriz. 


Romantik ilişkilerin en tuhaf yanı ise kişinin kendisinin değiştiğini fark etmemek. İnsan daimi olarak değişir (farkında olmasa bile). İnsan kendinin değişimine kördür. Değişimi anlamak, bu körlüğü açmak için kendimizi dinleyecek ve duyacak zamanlar yaratmamız gerekir. Romantik ilişkideki iki kişide kendisine kör kalmaya devam ederse ortaya zor deneyimler çıkma ihtimali çok yüksektir. 


Göğsümüzde kuşların uçuşunu, şelalerin akışını, karanlık zamanlarda el ele kalmayı deneyimlemek kör kalmayı aşmayı öğrenmekten geçiyor. Aslında buranın ardı, nesiller arası aktarılan: sevgi zannedilen şey ya da sevgi. 


Fotoğraf: Duygu Aşık, 2024 Ordu

Şimdi, 

Dizin ve yumak bende, sende, bizde, sizde, hepimizde!

Örebilirim, örebilirsin, örebiliriz.

Sevgiyle. 



10 Kasım 2024 Pazar

Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var?



Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var? 


Ben sorarım kendime, siz sorar mısınız? 


Hiçbir şeyi ben başlatmamıştım. Yani bu dünyadaki hiçbir şeyi ben başlatmamıştım.

Muhteşem bir acı devraldım. Muhteşem toplumsal acı. Muhteşem kişisel acı. 


Hiçbir ateşi ben yakmadım. En azından bildiğim kadarıyla ben yakmadım. 

Benden çok önceden yakılmıştı. Geç içinden geçebilirsen. 


Aylara, yıllara yayılan acıların ve yasların içinde dikkat vererek, neşeyi yaşamayı öğrendim. 

Muhteşem bir kişisel görüş. 


Hiç kimse beni artık ikna edemez bir başka şeye: hepimiz yaralıyız. 

Tek farkımız acımızla ne yapıyoruz? 


Ben acımla sessizlik içinde oturmayı öğrendim. Acımı dinlemeyi, ona sahip çıkmayı. 

İnsanın kendisine yapabileceği en şefkatli şey: acı duyduğu şeyi sahiplenmesi, ona sarılması ve onu sarmalaması. Bunu kendimizden başka kimse yapamaz. 

Ve sonra güneş altına oturup güneşin beni ısıtmasını deneyimledim.

Hayatımın en onarıcı anlarından: acımı  sarmalamam ve sonra güneşin sıcaklığıyla beni sarmalaması. Bu anları hiç unutmam. 

Koşulsuz ve devamlı sarmalamak. Bunu hiç kimse yapmayacak, yapamayacak, yapamaz. Koşulsuz sarmalayan insanlar ve hayvanlar muhteşem, onlar var. Ve bizler ölümlüyüz. Onları bir gün toprağın altına bıraktığınızda başka bir şey olacak. İsterseniz siz de güneşin sıcaklığının sizi sarmalamasına izin verebilirsiniz. 


Koşulsuz ve devamlı olarak büyük babaannem sevmişti, beni. Çok yaşlıydı ve hiçbir kimse ile çıkar, pazarlık, öyle yaparsam böyle olurculuk hesaplarına girmezdi. En iyi bildiği şeyler sessizlik, uyuyakalmak, tesbih çekmek ve ihtiyacı olanı Allah'tan dilekmekti. Kiloluydu ve bağdaş kurarak otururdu. Buda’nın ilk heykelini gördüğümde büyük babaannem aklıma gelmişti. Onun sayesinde başka türlü sevilebileceğini öğrenmişim, bunu çoook sonra anladım. Ve bir gün o öldü. Onu tanıdığım için ve çocukken içime yerleşen bazı şeylere neden olduğu için minnettarım. Ve onu özlüyorum. Tabi bir adı var, Fatma. 


Bir kere, rüyamda ölüler diyarında olduğumu anladığımda tanıdığım tüm ölmüşleri davet etmiştim. Büyükbabaannem oradaydı. Rüyaların bizi her şeyle buluşturabilecek güçte olmasını çok seviyorum. 


Bu dünyanın bu zamanında işimiz: bizi büyütenlerin yaralarının ve yaralarını dönüştürebilme cesaretlerinin ürünü olarak bizlerin, aktarımları fark etmek  ve onlara yanıt verme kapasitemizi oluşturmak. İçimizdeki o yeri, oluşu, hali bulmak. 


Charlie Mackeys’in kitabında yuva dediği yer yani. Şöyle diyor: bence herkes yuvasına dönmeye çalışıyor o kadar. Ve başka bir sayfada da ekliyor: sevgi insana yuvasını buldurur. Büyük babaanneme sevgiler.


Tasavvuf, özden; beyin gelişimi, doğduk ve artık hayatta kalabiliyoruz beynimizin öte tarafını kullanıp kendimize öğretebileceğimizden, bilinçli değişimden; psikoloji, sevilmek ve kabul edilmek ihtiyacımızın ötesinde -çocukken sevilmek için kendimiz olmaktan vazgeçtik- kendimiz olabilmekten; astroloji, potansiyelini yaşamaya yönlendirirken içindeki tüm arketipleri kabul etmekten; jung, gölgeyi kabul etmekten; Hindu felsefesi, çakra adı verilen tekerlek anlamına gelen enerji merkezlerinin tıkanık olmamasından ve bu merkezlerden ilki olan kök çakranın açıklığı için olanı olduğu gibi kabul etmekten bahsediyor. Bence hepsi aynı.


Çakralar renklerle ilişkili olduğu için çok yakın hissediyorum. Deneyimlediğim şeyler çakraların varlığına ikna olmamı sağladı. Zordu, teslimiyetteyim, huzurluyum.  Jung’un merakı ve tutkusu bilim alanına yeni boyut kattığı için çok etkileniyorum. Jung’un mitolojiye ihtiyacımız var dediği cümleyi ve Estes’in öyküleri ortaya koymasını birlikte düşünüyorum, aklım ve kalbim şölen yapıyor. 


Tolstoy, insanın neyle yaşadığına verdiği cevap: sevgi. Victor E. Frankl’ın esir düşmesinin ardından bilime yaptığı katkı muhteşem bir acıyı dönüştürme. O da sevgiden bahsediyor. 

Estes, İskelet Kadının öyküsünde hayat/ölüm/hayat döngüsünde sevme cesaretimizin ya da buna cesaret edemeyişimizin oluşumuza nasıl etki ettiğinden bahsediyor. 


Hayat, sorduğum hiçbir soruyu yanıtsız bırakmadı. Bırakmayacak da biliyorum. Ve ben, sorduğum soruları unutmayacak ve hesabını soracak kadar inatçı biriydim. Artık, inatçılık yapmıyorum. Rilke’nin nasihati hep aklımda, ''soru''nun içinde yaşıyorum. Güneşin altında ısınıyor, lezzetli bir yemek yiyor ve sevdiklerimle buluşuyorum. 


Bu dünyada acı hep olacak. Biz acımızla napıyoruz’u yaşayacağız. 


Yuvasına gitmeye gayret eden,

sevgiyi kendisiyle-diğeri ile paylaşan yuvayı ve sevgiyi hatırlatacak.


Ateşin yakıcılığından sevgi ile geçilebilecek,

dünyanın acısı sevgi ile hafifleyecek. 


Ben sora sora ve yanıtları takip ede ede buraya geldim.

Buradan başka bir yol varsa orayı da yürürüm. 


Sevgiler. 










16 Eylül 2024 Pazartesi

Yürümek ve Yaşamak

 



Uzmanlaşmamızın, bilgi edinmemizin değer görmemizle eşleştiği şu zamanda; masa başına, iş başına, bazı yerlere çakıldık. Ve hepsinin bir karşılığı oldu yaşantılarımızda, zamanımızda. Kaybettiğimiz her şeyi değil ama bazı şeyleri geri çağırabiliriz. Bütünü hissetmeyi çağırabiliriz, yürüyerek. 

İki yılı aşkın bir süredir devamlı olarak yürüyorum. Daha önceleri bir zamanda da rutin, devamlı olarak yürüdüğüm bir dönem olmuştu. Ancak o zaman, şimdiki kadar anlam verebilecek ve sürdürebilecek düzeyde değilmişim. Yürüdükçe fark ettiğim ve keşfettiğim şeyler, beni şaşırttı ve hemen biraz bilgi edineyim diye kitaplara sarılacak oldum. Ve aynı hızda vazgeçtim. Elbette yürümenin çeşitli anlamları olabilir. Ben, kendimde ne bulacağım, bunu sadece deneyimimle görmek istemiştim. Yaşantımda sabırla denediğim ve beklediğim şeylerden biri oldu, yürümek. 

Uzun uzun düşünme fırsatı buldum yürümek üstüne. Yürürken ve yürümezken. Ama en önemlisi, çok çok çok bilginin varlığı içinde ve ömrümün hepsini okumaya yetmeyecek olduğunu bildiğim şu zamanda, kendi deneyimime bakmak en sevdiğim düşüncem oldu. Bu düşüncem aynı zamanda, insanı denemekten alı koyan zamana-sistemlere, kendi içimdeki bir yanımın diğer yanıma devrim niteliğindeki eylemiydi. 

Yoğurtçu Park'ı evimin yakınlardaki parklardan biri. Genellikle oraya doğru yapıyorum yürüyüşlerimi. Sanki apartmanın kapısı bu parka açılıyor. Genellikle bir şey dinlemiyorum, adım attığımı fark etmek, etrafımda olan bitene tanıklık etmek istiyorum. Zihnimin, bedenimin aynı hizada bulunduğu bir eylemin içinde olarak yürümek istiyorum. Yürüyüşlerim sırasında inanılmaz şeylere tanık oldum. Birini bekleyen kişinin beklediği kişi geldiğinde nasıl coşkuya dönüştüğüne, tasması açıkmış bir köpeğin çimlerin üstünde keyifle oynadığına, sarılmalara, gözyaşlarına, kuşların su çukurlarında yıkanmalarına, kedilerle kuşların oyunlarına, insanların kahkalarına, mevsimlerin geçişlerinin ağaçları nasıl dönüştürdüğüne, rüzgarda uçuşan yaprakların bırakmışlığına, şehrin kokusuna, kedilerin sırnaşıklığına, çocukların paytaklıklarına, gökyüzünün çeşitli mavilerine ve siyahlarına..

Bir süre yürüdükçe, bir hal geldi bana, pek kendimde alışkın olmadığım bir haldi bu. Ne oluyor acaba benim sistemde dedim, kendi kendime.. 

Pandemi döneminde, Yoğun Somatik Farkındalık ve Hareket eğitimi almıştım. Oradan bazı şeyler aklıma geldi. 'Bedenimizle yaşarız.' lafı beni çarpan laflardan biriydi. Yaşantımızdaki her şeyden bedenle geçiyoruz da, bedenimizden haberimiz var mı? Her şeyi kafasının içinde yaşayabileceğine inanmış-inandırılmış komik canlılarız. 

Bir yere varmak, yetişmek zorunda olmadan yürümenin verdiği hal... Bu ancak yaşanarak kendi öznelliğinde deneyimlenebilir. Duygular diyemiyorum, birkaç duygudan daha öte bir şey olduğunu deneyimliyorum. Yaşantılarımızda ve zamanımızda, yetişme çabası ve koşturma koşulları altındayken ve zihnimiz ile bedeniminizin aynı yerde olmasının önünde pek çok engel varken yürümeyi başkaldırı sayıyorum. 

Yürürken, zamanın ve doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum. Bu bütünü hissetmemi sağlıyor ve yaşantımın kısımlarından öte bütünlüğün içinde varlığımı sürdürdüğümü hatırlamamı sağlıyor. Kendimle ve etraf ile telaşesiz bağlantı kurmanın, bakmanın, keşfetmenin alanı oluyor yürümek. 

Bir adım bir adım bir adım ata ata ilerliyor insan yürürken. Böylece yer değişiyor, zaman değişiyor, insanın kendisinde bile değişenler olabiliyor. Yaşantımda belirsizlikler olduğunda ya da bazı gelişmelerin  nereye götüreceği bilinmezken, bir adım da atma cesaretini kendimde bulmamı sağlayanların içinde yürümek, pırıl pırıl bana göz kırpıyor. 

Hem adım attıkça ağırlık merkezimizi değiştirip duruyoruz. Salınma, sallanma, bırakmaya iyi gelir. Ne çok şey birikiyor üstümüzde gün içinde, gün be gün yürüye yürüye dökeriz, dönüştürürüz. Oturduğumuz yerde, sosyal medya sayesinde kısa süre içinde aldığımız onlarca farklı haberlerin duygularını salına salına kendimizden geçirebiliriz. Ağır duygulara sebep olan olaylar dönüyor üstümüzde ne zamandır. Hareket ederek, kendimize yardım edebiliriz. 

Bazen bir şeyi görevlendirmek ve isimlendirmek, yapmayı kolaylaştırıyor. Denemek isteyenlere bir pratik: 

Keri Smith, Nasıl Dünya Kaşifi Olunur- Taşınabilir Sanat Hayat Müzesi kitabında önerdiği bir pratik var: Amaçsızca Dolaşma. Yanına birkaç şey (kitap, meyve, para) al ve evden çık. Eğer sola dönmen gerektiğini düşünüyorsan, sağa dön diyor. İçinizden bir ses yürümeye, amaçsızca dolaşmaya 'saçma', 'ne gerek var', 'amaan' yorumunu yaparsa, şu an bir görevim var diye ona yanıt verebilir başka bir yanınız. Alışkanlıklarımız inatçıdır ve ekleme-çıkarma yapmak bilinçli eylem gerektirir. Şakacı bir tavır da eğlenceli hale getirir. 

Amaçsızca Dolaşmak, eğlenceli bulduğum bir yürüme. İnsan, kendisiyle oyun oynama halini buluyor. 

Şuna yer vermezsem olmaz. Erling Kagge'cim hislerime tercüman olan bir şey demiş: 
'Ne kadar çok yürürsem bedenim, zihnim ve çevrem arasındaki ayrımı o kadar az hissediyorum. Dış dünya ve iç dünya birbirine bağlanıyor. Doğayı izleyen bir gözlemci olmuyorum artık, tüm bedenimle doğaya dahil oluyorum.'

Bedenimizi fark edersek, bedenimizle bağlantımızı beslersek ve yaşantımızın tümü için desteğe çağırırsak, bilgeliğini gösterecektir. Yürümek, çağırmalardan biridir. 

Sevgi ve yürüme ile, 



8 Eylül 2024 Pazar

Yazmak ve Yaşamak

 







2022 Mayıs ayında sabah sayfaları yazmaya başladım. Bugün, 29 aydır sabah sayfaları yazıyorum anlamına geliyor. 126 Hafta, 882 gün civarı yapıyor. Sayılar elbette güzel şeyler. Sayı olmayan şeylere geçmek istiyorum. 


Yazmak, içeridekinin dışarı aktarıldığı bir eylem. Zihnimizin içindeki çok boyutlu alanda birbirine geçmiş, ucu başı belli olan ve belli olmayan şeyleri, üç boyutlu bir alana dökmemizi sağlar. Zihnimizin içindekilerini ard arda kelimeler aracılığıyla dizeriz. Bunu elimiz, kolumuz aracılığıyla yaparız. Bu, zihinden çıkış hareketidir, ufak ufak salma halidir. Düdüklü tencereler bana, bu hali hatırlatıyor. Geçen gün teyzem, düdüklü tencerenin içindeki havayı ufak ufak salmıştı. Ve tencere patlamadı. Eğer, bu basıncı kontrol etmeyi bilmezsek patlar. Bu açıdan düdüklü tencereye benziyoruz. Kendimizde pek çok şey oluşuyor ve birbiri ardına ekleniyor. Çünkü yaşam her an ilerliyor. Hayallerimiz, planlarımız, neşemiz, korkularımız, tanık olduklarımız, yaptıklarımız, yapmadıklarımız, yapamadıklarımız, acılarımız, hayal kırıklıklarımız, umutlarımız, sevdiklerimiz, kayıplarımız, kahkahamız… Bunlar, her an üst üste eklenmeye devam ediyor. Bunlar içeride basınç oluşturuyor. Yazmak, bunları ufak ufak salmamıza yardım ediyor ve patlamadan, yumuşak bir şekilde devam edebilmemize olanak tanıyor. ‘Hayat ve ben’ arasındaki devinimde yazmak, bir araç haline geliyor. Yazmanın sağaltıcı etkisi. 


Bir başka açıdan ise, ‘ben ve ben’ arasındaki devinimde yazmak! Yazmak, kendimizle bağlantı kurmamıza olanak tanıyor. Neler hissediyorum, neler düşünüyorum, neler istiyorum, neyden şikayet ediyorum, neye ihtiyacım var, neyi varsayıyorum ve aslında ne oluyor, kimlerden söz ediyorum, hangi planları yapıyorum, neleri istemiyorum, kimleri (insan, hayvan..) seviyorum, nereleri seviyorum, hangi konuda zorlanıyorum, neleri komik buluyorum… Yazdığımızda bunları yazıyoruz aslında. Devamlı yazdığımızda kendimizin bir haritasını çıkarmış oluyoruz. Dolayısıyla yazarak ‘beni gören bir ben’ ortaya çıkartmış oluyoruz. Bu çok değerli. Özellikle iki açıdan çok değerli, birincisi kendimize kuş bakışı bakmamızı sağlıyor yani bütünümüzü görmemizi sağlıyor. İkincisi, bu kuş bakışı deneyim kendimize tarafsız ve yargısız bakabilme becerimizi geliştiriyor. Ki ben buna ‘insanın kendisi ile arkadaş olması’ adını veriyorum. Bunların ikisi de yani, kuş bakışı ve kendimizle arkadaşlık, çok değerli ve gerekli. Pek çok zorluk ve açığa çıkan öfke; insanın kendisinde bütüne bakamaması, kapılıp gitmesi ve kendisine uygun olmayan bir yerde kendisini bulmasından kaynaklanıyor. 


Kendimizle arkadaş olmamıza ihtiyacımız var,  çünkü bu haritaya hiç kimse kendimiz gibi tanıklık edemez-kişisel hafıza ve deneyimler-.  Hiç kimse, kendimizin içine sinenini tam olarak bulamaz. Dostluklar ve arkadaşlıklar, eğitmenler, kitaplar, eğitimler vs hepsi çok değerlidir. Yine de hangi lafı söyleyeceğimi, hangi hamleyi yapacağımı, neyi seçeceğimi ve neyden vazgeçeceğimi kendimiz için seçilebilecek bir ‘ben arkadaşlığı’na ihtiyacımız var. Az kişi, destek isteyen karşısındaki kişiye ‘neye ihtiyacın var da bu seçenekleri seçeceksin’ diye soruyor ve onun koşullarına göre destek oluyor. Kendi hayallerine, korkularına, planlarına, arzularına göre yönlendirmelerin (arkadaş, aile, öğretmen, eş-dost.. ) olduğu bir zamanın içindeyiz hala. Özellikle de, kendi merkezimizde kendimizi tutabilmemiz için önemli ben arkadaşlığı. Ve bir de, hayatın içindeki yakıcı veya uyuşturucu yaralar aldığımızda önemli kendimizle arkadaşlığımız. Birilerinden elbette destek alabiliriz: annemiz, babamız, arkadaşlarımız, terapist, kardeş, sevgili, eş, kitaplar… Hiç kimsey ulaşamadığımız bir saatte, yerde, mekanda, halde kendimizle kalmanız gerekir. Olur bu hepimize.  Kendimizle kalmakta nasılsak oradan öyle çıkarız. Gecenin bir yarısı yaşadığım kayıp için üzüntü duyarken, adaletsizlik canımı yakarken, hayatımda olmayan birini özlerken, canım sıkılırken… 


Kendimizle dostluğumuz, kendimize şefkatimizdir, kendimize özenimizdir. Kendimize özen göstererek, haritamıza eklemeler ve çıkarmalar yapabiliriz. Devamlı yazdığımızda eklemeler ve çıkarmalar için ihtiyaçlarımızı zaten fark edebiliriz. Devamlı yazarak, kaynaklarımızı fark edebiliriz. Kendimize sorular sorabiliriz, yanıtlar arayabiliriz. Zaman içinde yaşantımızdaki örüntüleri fark edebiliriz. İhtiyaçlarımız, değişimlerimiz için bilinçli eylemlerimizi seçebiliriz. 


Kendimize özgün deneyimi keşfetmek için düzenli olarak yazmamız gerekir. Peki, nasıl yazacağız? 


Her sabah -uyandıktan sonra ilk, öncelikli eylem olarak-, 3 sayfa, aklımızdan ne geçiyorsa onu. Kalem ile kağıda. 


Sabah sayfaları, Julia Cameron'un yazma pratiği olarak önerdiği yöntem. Sabah sayfaları yazarken, yazar olmak gibi bir derdimiz yok. Yazmayı kendimize araç ediniyoruz. 


Ve eklemek isterim, insan kendisine şefkati kadar bir başkasına şefkat, kendisine özeni kadar bir başkasına özen gösterebiliyor. Şefkatin ve özenin katmanları var. Bu katmanlarda dolaşmak, insan olmakta yaşanabilecek tarifi olmayan hisler içeriyor. 


Son olarak yaşantımızdakilerin basıncını patlamaya dönüştürmemek; şefkatle sağaltarak, içimizden geçirerek dönüştürmek kendimiz için yapabileceğimiz en harika şey. Ve bu aynı zamanda, bu dünya için yapabileceğimiz en harika şey. 


Sevgiyle ve özenle, 



29 Ağustos 2024 Perşembe

Hayat>Yaşantımız > İş Yaşantımız



İş yaşantımız öyle çok yer kaplıyor ki, iş yaşantımızdan da büyük bir yaşantımızın varlığını unuttuğumuz çok oluyor. 

Neler yapıyorsun sorusuna iş-uzmanlık üzerinden yanıt vermek, nasılsın sorusuna iş yaşantımızdaki motivasyonları-hayal kırıklıklarını anlatmak, sabah kalktığımızda iş düşünmek, gece yatarken iş düşünmek, sevgi alabileceğimiz -paylaşabileceğimiz bağlar yerine işle ilgili şeyleri tercih etmek (fazla mesai vb). Bunların dozu ve yoğunluğu nasılsa, sizin için hangisi daha ön plana çıkıyor, görebilirsiniz. 

İş yaşantımızı kötülemek gibi bir niyetim yok. Üretmek, paylaşmak, hizmet sağlamak, başkaları ile bağlantı kurmak kötü değildir. Ama bu süreçleri zorlayıcı ya da kolaylaştırıcı hale getiren şeyler var elbette: o iş ortamının nasıl olduğu (yönetimsel yaklaşım), oradaki insanların yaklaşımı (kültür olarak sürdürdükleri, bireysel olarak getirdikleri), bireyin süreci algılaması. Bunlar, tüm yorumları değiştirebilir. Esas olarak paylaşmak istediğim başka, oraya geçmek istiyorum. 

Haftanın ortalama 5 günü (kimilerimiz daha fazla), her günün en az 8 saati odağımızda olan konu: işimiz. Yaşantımızın bu kadar içindeyken oradan ötesi de olduğumuzu fark etmek pek kolay değil. Ama bazı durumlar var ki, bu akışı net bir şekilde kesip koparıyor. Bırak iş yaşantısının anlamını, insan kendi yaşantısının anlamını kaybediyor. 

5 günden ve günlük 8 saatten fazla çalıştığım zamanlarda, 'Bu işte bir terslik var ama neyi, nasıl değiştireyim?', 'Bu şekilde çalışma insanlık onurunu zedeleyici!' gibi laflarım arasında çalışıp gidiyordum. Bir sıkışmışlık içimde, ara ara büyüyor ara ara küçülüyor. Durumumu değiştiremiyordum ama kalamıyordum da, gitmek için bir yer de yoktu. Evi süpürürken, bulaşık yıkarken, arkadaşlarımla muhabbet ederken filan bu laflar geçiyordu..

5 günün ve 8 saatin içinde bir yerde, telefon geldi. Elbette bir şeyler yetiştiriyordum. Dedemi kaybettiğimizi öğrendim. Daaannn. Akış kesildi. Aklım var mı, kafam çalışıyor mu, gerçek ne, rüya mı... 

Benim yaşantımda alıştığım ve yıllardır sürdürdüğüm akış kesildi. Aylin Balboa çok güzel demiş: Her şeyi doğru planlarsak yollar bizi tam istediğimiz yere çıkarır sanıyoruz. Sonra hiç beklenmeyen bir anda bir olay küüt diye gelip hayatının ortasına tosluyor. Bütün planlar dağılıyor. Oluyor yani bunlar. Kimse kendini bir şey sanmasın. Bizden büyük hayat var Osman.

Çok güzel demiş, Aylin Balboa eli büyütüyor tabi. Yaşantımızın içinde iş yaşantımız var, bir yaşantımızdan da büyük, hayat var. Benden öte yaşantıların içine dahil olduğu, yaşantılarımızın birbirini etkilediği hayat.

Benim akış kesilince, önceden kendime sorup makul ve mantıklı yanıtlar verdiğimde rahatlayan yanıma bu makulluk fayda etmiyordu. Acı, çaresizlik, aklımın işe yaramaması içinde kalmıştım. Ölüm ne kadar da yaşanır şeydi, her şeyi kendime sayfa sayfa açıklıyordum ama içimdekileri geçiremiyordum. İnsan kendinde daha önce karşılaşmadığı bir yanıyla karşılaşınca vallahi feleği şaşıyor. Vay ben, bu kendimle, şimdi ne yapayım.. 

Cılız bir ses tonu ile ara ara kendime sorup bıraktığım bulaşık yıkarken, evi süpürken gelen sorular büyümüştü. 'Hayatın anlamı ne, yaşantımızın anlamı ne?' sorusuna dönüşmüştü.  Artık sanki yatak odamın kapısında sürekli dikiliyordu. Sorup bırakabileceğim bir mesafe kalmamıştı, burun burunaydık. 

İlkokuldayken okuduğum, Tolstoy'un 'İnsan neyle yaşar?' kitabı aklıma gelmişti, onu okudum. Sonra Victor E.  Frankl'in 'İnsan'ın Anlam Arayışı', Rebecca Solnit 'in 'Kaybolma Kılavuzu', Çetin Balanuye'nin 'Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?', Wolf Erlburch- Ördek, Ölüm ve Lale, Thich Nhat Hanh-Korku, Charlie Mackesy-Çocuk, Köstebek, Tilki ve At... Sayması mümkün değil küçük yazılar, Gabor Mate videoları, çeşitli podcastler filan fişman. Yazdım, yürüdüm, koştum, meditasyon yaptım ve başka bir sürü şeyler. Ve tabi bu sıralarda, hayattaki her şey kendi hızında ve yönünde dönüyordu. Ben hariç.  

Sorumun cevabının sevgi, şefkat, özen olduğunu buldum. Yaşantımızın amacı sevgiyi, şefkati, özeni yaşamak ve paylaşmak. Bir süre saçmalık gibi göründü. Çok basit gelmişti. Sonra saçmalık olmadığını kendime itiraf ettim, o kadar basite ihtiyacımız vardı ama onu yapamayan çoktuk. Sevgi, şefkat görmeyen hiçbir canlı yaşantıda kalamıyor ya da kaldığı hali pek de yaşamak sayılamıyor -sağlıksız, iyi değil-. Aylin Balboa'dan bir alıntı aklıma geliyor yine: 'Aşktan sevgiden geçtim. İnsanız, şefkate ihtiyacımız var Osman.'

Ertesi yıl başka bir aile büyüğümüzü kaybettiğimizde kendimin başka bir insana dönüşmüş olduğumu gördüm. Ertesi yıllarda başka kişisel ve toplumsal kayıplarda da gördüm kendimi.. 

Yıllarımı yayıldı. Yeni bir akış bulmuştum kendime: Hepimizin canlı ve diri olduğu günlerin hatrına yakışır yaşamak, sevgiyi ve özeni paylaşmak. Hayatın büyüklüğünü ve belirsizliğini kabul etmek, hayatın içindeki yaşantımı görmek, yaşantımın bir parçası olan iş yaşantımı fark etmek. Ve bunların büyüklüklerini, konumlarını birbirine karıştırmamak. 

Eğer ara ara evi süpürürken, bulaşık yıkarken doğan soruları ertelemeseydim, küçük sıkışmalarıma yanıtlar verebilseydim akışı başka bir zamanda belki çevirebilirdim. Bilemiyorum. Şimdi ise, bir daha hiç gitmeyeceğim bir yolu orada bıraktığıma eminim. Her şey ben ona yanıt verebildiğim kadar oldu işte. 

Tüm bunları, insanlığın bir parçası olduğu için yazdım. Hikayelerimizde ortalıklar var: sıkışmalarda, acıda, çaresizlikte, kayıpta, arayışta. Bu hikayeler birbirimize el veriyor, ben o elleri çok aradım, buldum da. Hikayelerde, geçmişte, bağlarda.. Arayan biri varsa el uzatmış olayım diye yazdım. Yoksa, ben zaten çok yandım, yanmak ne demek yaşadım geliyorum. 

Son olarak, bir çerçeve çizmek isterim. İş yaşantımız, bizim rollerimizden birini yaşatmamızı sağlar. Örneğin a uzmanı. Kişi, A uzmanı olmanın yanında yaşantısında başka rollere sahiptir. Örneğin abla, kardeş, anne, sevgili, B meraklısı, sporcu, baba, kediye bakım veren, teyze, kişinin kişisel tarihini de içinde barındıran tüm roller... Tüm bunlar, birbiri ile ilişki içindedir zaten. Birbirinden etkilenir. Son olarak hayat. Olduğumuz, olmadığımız, henüz olmadığımız tüm rolleri de içinde bulundurur. 

Kendimizin iş yaşantımızdan ibaret olmadığını hatırlayabiliriz. Yaşantımızdaki diğer kısımların hatırlarını görebiliriz. Yaşantımızdaki bazılarını bırakabiliriz. Hayattaki var olan tüm roller içinden bazılarını, bize pırıldayanları tutup kendimize çekebiliriz. 

Sevgi ve özenle,

nefes ve öteki şeyler

  geçiş dönemlerinde, eylemin büyük önemi var. sadece aklımızla değil, bedenimizle de bu geçiş dönemine girmemiz, kendimize hayatı kolaylaşt...