10 Kasım 2024 Pazar

Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var?



Bu dünyanın bu zamanında ne işimiz var? 


Ben sorarım kendime, siz sorar mısınız? 


Hiçbir şeyi ben başlatmamıştım. Yani bu dünyadaki hiçbir şeyi ben başlatmamıştım.

Muhteşem bir acı devraldım. Muhteşem toplumsal acı. Muhteşem kişisel acı. 


Hiçbir ateşi ben yakmadım. En azından bildiğim kadarıyla ben yakmadım. 

Benden çok önceden yakılmıştı. Geç içinden geçebilirsen. 


Aylara, yıllara yayılan acıların ve yasların içinde dikkat vererek, neşeyi yaşamayı öğrendim. 

Muhteşem bir kişisel görüş. 


Hiç kimse beni artık ikna edemez bir başka şeye: hepimiz yaralıyız. 

Tek farkımız acımızla ne yapıyoruz? 


Ben acımla sessizlik içinde oturmayı öğrendim. Acımı dinlemeyi, ona sahip çıkmayı. 

İnsanın kendisine yapabileceği en şefkatli şey: acı duyduğu şeyi sahiplenmesi, ona sarılması ve onu sarmalaması. Bunu kendimizden başka kimse yapamaz. 

Ve sonra güneş altına oturup güneşin beni ısıtmasını deneyimledim.

Hayatımın en onarıcı anlarından: acımı  sarmalamam ve sonra güneşin sıcaklığıyla beni sarmalaması. Bu anları hiç unutmam. 

Koşulsuz ve devamlı sarmalamak. Bunu hiç kimse yapmayacak, yapamayacak, yapamaz. Koşulsuz sarmalayan insanlar ve hayvanlar muhteşem, onlar var. Ve bizler ölümlüyüz. Onları bir gün toprağın altına bıraktığınızda başka bir şey olacak. İsterseniz siz de güneşin sıcaklığının sizi sarmalamasına izin verebilirsiniz. 


Koşulsuz ve devamlı olarak büyük babaannem sevmişti, beni. Çok yaşlıydı ve hiçbir kimse ile çıkar, pazarlık, öyle yaparsam böyle olurculuk hesaplarına girmezdi. En iyi bildiği şeyler sessizlik, uyuyakalmak, tesbih çekmek ve ihtiyacı olanı Allah'tan dilekmekti. Kiloluydu ve bağdaş kurarak otururdu. Buda’nın ilk heykelini gördüğümde büyük babaannem aklıma gelmişti. Onun sayesinde başka türlü sevilebileceğini öğrenmişim, bunu çoook sonra anladım. Ve bir gün o öldü. Onu tanıdığım için ve çocukken içime yerleşen bazı şeylere neden olduğu için minnettarım. Ve onu özlüyorum. Tabi bir adı var, Fatma. 


Bir kere, rüyamda ölüler diyarında olduğumu anladığımda tanıdığım tüm ölmüşleri davet etmiştim. Büyükbabaannem oradaydı. Rüyaların bizi her şeyle buluşturabilecek güçte olmasını çok seviyorum. 


Bu dünyanın bu zamanında işimiz: bizi büyütenlerin yaralarının ve yaralarını dönüştürebilme cesaretlerinin ürünü olarak bizlerin, aktarımları fark etmek  ve onlara yanıt verme kapasitemizi oluşturmak. İçimizdeki o yeri, oluşu, hali bulmak. 


Charlie Mackeys’in kitabında yuva dediği yer yani. Şöyle diyor: bence herkes yuvasına dönmeye çalışıyor o kadar. Ve başka bir sayfada da ekliyor: sevgi insana yuvasını buldurur. Büyük babaanneme sevgiler.


Tasavvuf, özden; beyin gelişimi, doğduk ve artık hayatta kalabiliyoruz beynimizin öte tarafını kullanıp kendimize öğretebileceğimizden, bilinçli değişimden; psikoloji, sevilmek ve kabul edilmek ihtiyacımızın ötesinde -çocukken sevilmek için kendimiz olmaktan vazgeçtik- kendimiz olabilmekten; astroloji, potansiyelini yaşamaya yönlendirirken içindeki tüm arketipleri kabul etmekten; jung, gölgeyi kabul etmekten; Hindu felsefesi, çakra adı verilen tekerlek anlamına gelen enerji merkezlerinin tıkanık olmamasından ve bu merkezlerden ilki olan kök çakranın açıklığı için olanı olduğu gibi kabul etmekten bahsediyor. Bence hepsi aynı.


Çakralar renklerle ilişkili olduğu için çok yakın hissediyorum. Deneyimlediğim şeyler çakraların varlığına ikna olmamı sağladı. Zordu, teslimiyetteyim, huzurluyum.  Jung’un merakı ve tutkusu bilim alanına yeni boyut kattığı için çok etkileniyorum. Jung’un mitolojiye ihtiyacımız var dediği cümleyi ve Estes’in öyküleri ortaya koymasını birlikte düşünüyorum, aklım ve kalbim şölen yapıyor. 


Tolstoy, insanın neyle yaşadığına verdiği cevap: sevgi. Victor E. Frankl’ın esir düşmesinin ardından bilime yaptığı katkı muhteşem bir acıyı dönüştürme. O da sevgiden bahsediyor. 

Estes, İskelet Kadının öyküsünde hayat/ölüm/hayat döngüsünde sevme cesaretimizin ya da buna cesaret edemeyişimizin oluşumuza nasıl etki ettiğinden bahsediyor. 


Hayat, sorduğum hiçbir soruyu yanıtsız bırakmadı. Bırakmayacak da biliyorum. Ve ben, sorduğum soruları unutmayacak ve hesabını soracak kadar inatçı biriydim. Artık, inatçılık yapmıyorum. Rilke’nin nasihati hep aklımda, ''soru''nun içinde yaşıyorum. Güneşin altında ısınıyor, lezzetli bir yemek yiyor ve sevdiklerimle buluşuyorum. 


Bu dünyada acı hep olacak. Biz acımızla napıyoruz’u yaşayacağız. 


Yuvasına gitmeye gayret eden,

sevgiyi kendisiyle-diğeri ile paylaşan yuvayı ve sevgiyi hatırlatacak.


Ateşin yakıcılığından sevgi ile geçilebilecek,

dünyanın acısı sevgi ile hafifleyecek. 


Ben sora sora ve yanıtları takip ede ede buraya geldim.

Buradan başka bir yol varsa orayı da yürürüm. 


Sevgiler. 










nefes ve öteki şeyler

  geçiş dönemlerinde, eylemin büyük önemi var. sadece aklımızla değil, bedenimizle de bu geçiş dönemine girmemiz, kendimize hayatı kolaylaşt...